Kanuni Esasi Kartpostal |
Dışardan yapılan tazyikler ve içerdeki haklı haksız muhalefetlerle otoritesi zayıflayan Sultân Abdülaziz, 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilmiş, bunu takiben tahta oturan V. Murad da devleti idare edemeyince, meşruti rejimi kabul ve Kanunı Esâsi’yi ilan etmek şartıyla II. Abdülhamid’e 19 Ağustos 1293/1878’da bî’at edilmiştir. Zamanın sadrazamı olan Ahmed Mithat Paşa’nın
şiddetli arzularıyla meşruti rejim ve Kanunı Esâsî meselesini gündemine alan II. Abdülhamid, önce böyle bir anayasa hazırlamanın ve belli konularda yasama yetkisine sahip bir meclis kurmanın, Osmanlı hukukunun temeli olan “Şer’i Şerife” aykırı olup olmadığını öğrenmek için, yetkili İslâm hukukçularından konuyla ilgili lâyihalarını kendisine arz etmelerini istemiştir. Bu husustaki kanaatler iki noktada toplanabilir:
Birincisi: “Kavanini siyâset” veya “usul” denilen böyle bir anayasa hazırlamak ve bu anayasaya göre kurulan meclisin çıkardığı kanunlara uymak İslâm hukukuna aykırıdır. Bu görüş sahiplen, hazırlanacak anayasanın açıkça şer’î hükümlere aykırı kanunlar yapılmasına yol açacağını zannetmişlerdir ve çoğunluk tarafından tasvip görmemişlerdir. Bunların dayandığı en önemli nokta, şûra meclisinin gayri müslimlerden değil, sadece Müslümanlardan teşekkül edeceği meselesidir. Fetva Emini Kara Halil Efendi bunların başında gelmektedir.
İkincisi: İslam Hukukunda sınırları belirlenen ülü’lemre tanınan sınırlı yasama yetkisinin dairesinde kalmak ve mevcut şer’î hükümlere aykırı olmamak şartıyla “şûra meclisi” mahiyetinde bir yasama meclisi kurmak ve bunun esaslarını düzenleyen ve usul denilen bir kanunı esâsî hazırlamak caizdir. Hatta bir yerde zaruridir. Bu görüşü müdafaa edenlerin başını ise, devlet erkânını yaptığı konuşma ile ikna eden Şûrâyı Devlet azasından Seyfeddin Efendi’dir.
İslâm hukukunda “anayasa, düstur yahut usûl” ta’bir edilen bir temel kanun hazırlamanın caiz olduğunu belirten büyük ilmi şahsiyetler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını, görüşlerini özetleyerek zikretmekte yarar vardır. Şöyle ki:
A) Meşru’ dairede kalmak şartıyla İslâmî bir anayasa hazırlamanın ilk müdafileri arasında büyük müfessir Alûsi bulunmaktadır. “Ruh’ulMaâni” adlı tefsirinin 28. cildinde Mücadele süresinin tefsirini yaparken düştüğü “ElKanun Ve’şŞer™ adlı haşiyesinde aynen şöyle demektedir (özetle): Usûl adı altında, İslâm hukuku tarafından imama ve ülü’lemre havale edilen askeri hukuk, ta’zir cezaları, miriye ait arazi nizâmı, idarî teşkilât ve benzeri konularda kanun tanzim etmekte beis yoktur. Şer’î hükümlere aykırı olmayan usûl ile amel edenleri tekfir etmek ise büyük tehlikedir. 1270/1853 tarihinde vefat eden bu büyük allâmenin, söz konusu risaleyi, Osmanlı Devletindeki yeni hukukî düzenlemeler ve anayasa tartışmaları üzerine kaleme aldığı tahmin edilmektedir.
B) Bu konuda görüş beyan eden büyük bir İslâm âlimi de Bediüzzaman lakabıyla anılan Said Nursi’dir. Çeşitli eserlerinde Kanuni Esâsî, şûra meclisi ve meşru meşrûtiyeti müdafaa eden bu dahinin bazı görüşleri şöyle özetlenebilir:
“Meşrûtiyet, meşveret, adalet ve kuvvetin kanunda toplanması demektir. Meşrûtiyet ve Kanuni esâsî, hakiki adalet ve şer’î meşveretten ibarettir. Dünyevi saadetimiz meşrûtiyettedir. Meşrûtiyetin düşmanları, Meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve İslâm Hukukuna aykırı göstermekle meşveretin de düşmanını çoğaltmaktadırlar. İsimlerin değişmesiyle hakikatler tebeddül etmez. Geçmiş zamanda sosyal bağlar, geçim vasıtaları ve medeniyetin nimetleri o kadar çok olmadığından, az adamların fikri devletin idaresi için yeterli idi. Ancak bu zamanda sosyal münasebetler o kadar çoğalmıştır, ihtiyaçlar o kadar çeşitlenmiştir ki, sadece milletin kalbi hükmünde olan bir meclis, İslâm milletinin fikri demek olan şer’î meşveret ve medeniyetin kılıcı demek olan fikir hürriyeti ile bir devleti idare edebilir”.
Bu açık görüşlerinin yanında, mecliste kanun çıkaran kanun adamlarını körü körüne tekfir edenleri de Kur’ân’ı anlamamakla suçlamış ve şer’î hükümlere uygun olmak şartıyla şûra meclisini ve kanuni esâsî’yi müdafaa etmiştir.
C) Kesin tarihi belli olmamakla beraber Kahire’deki dört mezhebin ileri gelen hukukçuları da, İslâm milletinin kalbi hükmündeki millet meclisinin lehinde II. Abdülhamid’e bir layiha göndermişlerdir. Bu belge de Osmanlı Arşivinde bulunmaktadır. Osmanlı Arşivinde Kanunı Esâsî’nin ve meclisin lehinde II. Abdülhamid’e gönderilen başka lâyihalar da vardır. Biz fazla ayrıntıya girmek istemiyoruz.
Bütün bunların yanında parlamento usûlünün ve kanunı esâsî’nin akla ve şer’a aykırı olduğunu ısrarla müdafaa eden lâyihalar da, II. Abdülhamid’e gönderilmiştir. Bunlar, Avrupa tarzının aynen iktibasını karşılarına alarak tenkidierini ileri sürmüşler ve şer’î hükümlere aykırı olmamak şartıyla Kanunı Esâsî ilânının ve parlamento usûlünü kabul etmenin mümkün olduğu cihetini düşünememişlerdir. İsminin Muhammed Ubeydullah olduğunu öğrendiğimiz bir âlim, II. Meşrûtiyet öncesinde II. Abdülhamid’e gönderdiği 1316/1898 tarihli bir lâyihasında aynen şöyle demektedir:
“Parlamento usûlü, şer’a muvafık değildir. Çünkü Osmanlı saltanatı hilâfet manasını haizdir. İslâm hilâfetini hâiz bir devlet ise, sadece İslâm devleti olabilir. Şu halde meclisi meb’ûsân açılmak icab ederse, Osmanlı ülkesinde gayri Müslim unsurlardan meclise a’za olabilecekler çıkacağına göre, Osmanlı saltanatı, İslâm devleti halinden çıkar ve çeşitli din mensuplarından oluşan dinsiz bir hükümet olur ki, Jön Türk denilen rezillerin de istedikleri budur”.
Görüldüğü gibi, haklı yönleri olsa da, ifrata gittiği cihetlerin daha fazla olduğu da bir gerçektir.
Lehdeki görüşleri esas kabul eden II. Abdülhamit, İslâm hukukundaki “şûra meclisini” esas alarak ve Ahmed Mithat Paşa başkanlığında Şûrâyı Devlet’te hazırlanan lâyihada bazı değişiklikler yaparak, 23 Aralık 1876/7 Zilhicce 1293 tarihinde Kanunu Esâsî ilânına müsaade etmiştir. Böylece Osmanlı devleti meşruti bir devlet haline gelmiş ve örfî hukukun sınırları içinde yasama görevini yürütmek üzere ilk defa bir yasama meclisi kabul edilmiştir.
7 Zilhicce 1293/1876 (İrade Tarihi: 29 Rebiülahir 1294/1 Mayıs 1293’tür) tarihli Kanunu Esâsî, esas itibarıyla, 12 fasıl ve 119 maddeden oluşmaktadır. Bu anayasa, Osmanlı Devleti’nin şer’î bir devlet ve padişahın da halife olma özelliğini ortadan kaldırmamıştır. Padîşah yine şer’î ve kanunî hükümleri icra ile görevlidir. Devlet, İslâm dinini korumakla mükelleftir. 1293/ 1876 tarihli Kanunu Esâsî’ye göre yasama organı “hey’eti a’yan” ve “hey’eti meb’ûsân” denilen iki hey’etten oluşan bir “meclisi umumî”dir (md. 42 59). Meclisi umumî, yeni kanunlar yapmak veya mevcut kanunlardan birini ta’dil etmek yetkisine sahiptir (md. 53). Şûr’âyı Devlet tarafından hazırlanan kanun lâyihaları, önce halkın reyleriyle seçilen üyelerden teşekkül eden “hey’eti mebûsân “a gelir. Hey’eti Mebûsân’da müzâkere edildikten sonra (md. 54), padişahın kaydı hayat şartıyla ve idarî yahut ilmi açıdan tecrübeli olan şahıslar arasından seçtiği ve sayılan meclisi meb’ûsân’ın 1/3’ünü geçmeyen üyelerden teşekkül eden “heyeti a’yân”a gönderilir. Hey’eti a’yân, kanun lâyihalarını şer’î hükümlere, anayasaya ve bazı temel esaslara uygunluk açısından tetkik eder (md. 60 64). Kabul edilen kanun lâyihaları padişahın tasdikinden sonra (iradei seniyye taalluk edince) yürürlüğe girer (md. 54).
Bazı hukukçular tarafından anlaşılmayan Kanunu Esâsî’nin yasama ile ilgili bu hükümleri, İslam Hukukunun “şûra meclisi” esasına ve örfî hukukun sınırları aşılmamak şartıyla şer’î hükümlere uygun görülmüş, hatta bu manada bir Meşrûtiyet, bir “meşrûtiyeti meşrûa” olarak vasıflandırılmıştır.
1293/1876 tarihli Kanuni Esâsî ve bunun getirdiği meclisi umumî, kendisinden isteneni veremeyince 1295/1878 yılında meclise son verilmiş ve Kanuni Esâsî’nin hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır. 10 Temmuz 1342/23 Temmuz 1908 yılında Kanunı Esâsî’nin tekrar iadesi ve II. Meşrûtiyetin ilânından sonra toplanan Meclis, 1325/1909 yılında 1293/1876 tarihli Kanuni Esâsî’nin bazı maddelerini değiştirmiştir. Bu değişiklik, esasa değil teferruata yöneliktir. İttihat ve Terakki hükümetinin iktidara geçmesinden sonra yapılan bu değişiklik, Osmanlı Meşrûtiyet rejimini biraz da parlâmentarizme yaklaştırmıştır.
Kaynakça;
Alûsî, Mahmûd, Ruh’ul Maanî IXXX, Beyrut, c. 28, sh. 20 vd.
Ayrıca bkz. İbn’ülKayyım, î’lâm’ül Muvakkıîn, an Rabbi’lÂlemîn MV, Beyrut 1973, c. 4, sh. 372-377;
Baykal, Bekir Sıtkı, “93 Meşrutiyeti”, sh. 45-83;
Baykal, Bekir Sıtkı, “Birinci Meşrutiyete Dair Belgeler”, Belleten, c. XXIV, sayı 96(1960), sh. 601-636;
Pakalın, Mehmed Zeki, Son Sadrazamlar ve Başvekiller, İstanbul 1940, c. I, sh. 325 vd.;
Said Nursî, Divanı Harbı Örfî, 66-67;
Münâzarât, Teksir, 10 vd.;
Mürsel, Safa, Devlet Felsefesi, 259 vd.;
Akgündüz, Ahmed, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, İstanbul 1997;
Ebül-Ülâ, Mardin, Medenî Hukuk Cephesinden Ahmed Cevdet Paşa, İstanbul 1946, sh. 810, 143;
Karakoç, Tahşiyeli Kavanin, c. II, sh. 29 vd.;
Okandan, Âmme Hukukumuzun Anahatları, c. I, sh. 134 vd.;
Düstur, I. Ter. 4/23; 1293/1876 tarihli Kanuni Esasi, md. 4278; md. 3, 7, 11 (Düstur, I. Ter. 4/458);
İbn’ülEmin Mahmut Kemal, Son Sadrazamlar, c. I, sh. 325 vd. (II. Abdülhamit’in takdim nutku);
Okandan, Âmme Hukukumuzun Anahatları, c. I, sh. 143 vd.; 150-151;
Osman Nuri, Abdülhamldi Sâni ve Devri Saltanatı, İstanbul 1327, sh. 30-100;
Okandan, Âmme Hukukumuzun Anahatları, c. I, sh. 116-134;
Mahmûd Celâleddin Paşa, Mir’âtı Kâinat, c. I, sh. 188-200, 220-224;
Karal, Osmanlı Tarihi, c. VIII, sh. 215230.