Sultan Süleyman

İskender Pala-Yazar

Osmanlı çağlarının en ihtişamlı hükümdarıdır o. 46 yıl boyunca (1520-1566) dünyanın en büyük devletini yönetmiş, bunun on yılı aşkın bölümünü, sarayının ve tahtının olduğu İstanbul’dan uzakta, seferlerde geçirmiş ve nihayet yine bir sefer esnasında (Zigetvar muhasarası) vefat etmiş, hatta kuşatma yarıda kalmasın diye ölümü ordudan gizlenmiş ve ancak kale düşünce herkes öğrenmiştir.

Tarihî kaynaklar onu “Ölüsü bile bir kale fetheden Muhteşem Süleyman” olarak anarlar. Ömrünü ekseriya at sırtında, karargâh otağında, yolda, muhasarada ve savaşta geçiren bu büyük devlet adamının hayatında garip bir tesadüfler zinciri vardır. Onuncu hicret asrının başında dünyaya gelmiş, Osmanlı Devleti’nin onuncu hükümdarı olarak tahta çıkmıştır. Aynı çağda bulunan 10 hükümdarın en büyüğü ve güçlüsü olmuş, 10 evlada sahip olmuş, saltanatı müddetince 10 şeyhülislam, 10 veziriazam, 10 reisü’l-küttap, 10 ünlü şair yaşamış ve bizzat başında bulunduğu ordusuyla 10 büyük zafer kazanmıştır.
Çağında ülkenin imarı fevkalade ileri gitmiş, camiler, medreseler, imaretler, su yolları, köprüler, hastaneler, dergâhlar vs. ülke sınırlarının hemen her yanında yıldız yıldız kubbeleriyle yükselmiştir. Mimari, hat, şiir, musıki, nakış, tezyinat, el sanatları gibi pek çok alanda müstesna sanatçılar yetişmiş ve mutena eserler verilmiştir. Toplumun bütün müesseseleri birbiriyle muvazeneli olarak yükseliş göstermiş, ekonomik, siyasî, fikrî ve ilmî çalışmalar ile Türk devleti ilk defa yüksek medeniyet kıvamına ermiş, bütün dünyanın ibret ve hayretle izlediği yüksek bir anlayışa ulaşmıştır. Onun zamanı, Baki ve Fuzulî gibi söz sultanlarının, Karahisarî gibi bir deha hattatın, Sinan gibi taşa lisan veren bir usta mimarın, Zembilli Ali Efendi, Ebussuud Efendi, Kemalpaşazade gibi bilginlerin, Gelibolulu Âlî, Celalzade Mustafa, Selanikî ve Nişancı Mehmed gibi tarihçilerin, Piri Reis ve Seydi Ali Reis misali coğrafyacıların ve onunla paralel Barbaros Hızır Hayreddin Reis, Turgut Reis ve Piyale Paşa gibi denizcilerin ve daha pek çok alanda marifet erbabının yetiştiği ve elbette iltifat gördüğü bir çağ olmuştur.
Osmanlı ülkesine yolu düşen seyyahların tamamı onun devletinin büyüklüğünden, halkının medeni hayat şartlarından, şehrinin güzelliğinden, kurum ve kuruluşlarının düzen ve intizamından söz ederler. Bu sistemli hayattır ki toplamı 15 milyon km2 tutan bir devleti yaşatıyor, içinde idari bakımdan 12 eyalet ve 250 civarında sancak barındırıyordu. Asya ve Avrupa ülkelerinin pek çoğundan ve o zamanın güçlü devleti Venedik’ten vergi alıyor, Rusya ile Lehistan ise Osmanlı Devleti adına onun bağlısı konumundaki Kırım’a vergi ödüyorlardı. Fransa’nın siyasi istiklali Kanuni’nin iki dudağının arasında muhafaza ediliyor, Osmanlı nüfuzunun erişmediği ülke ve iklim kalmıyordu. Ordunun yapısı o çağdaki en güçlü ordu, askerî sistem ve harekâtlar da başka bir devlette bulunmayacak disiplin ile yürütülen bir manevra konumundaydı. Hiçbir meydan muharebesinde yenilmemiş bir orduydu o. Elbette disipliniyle nizam ve intizamı had safhadaydı. Teknik silah gücü ve manevra kabiliyeti fevkalade yüksek idi. Velhasıl o hükümdar, doğu batı mücadelesinde doğuyu hakkaniyet, adalet ve faziletle temsil eden kumandan, onun askeri de sahibine göre kişneyen asil atlar gibiydi. Hilafet dolayısıyla İslam ülkelerinin lideri konumunda duran devleti, bir cihan devleti; yöneticileri de halifelik makamından halka yayılan ahlakî faziletlerin ve dinî hassasiyetlerin bilge ve adil yöneticileriydi. Hükümdarın siyasî kabiliyeti ve teşkilatçılığı fevkalade başarılı olup yüksek bir devlet, asil bir millet şuurunu bir kaftan gibi her daim üzerinde taşırmış. Adlî, malî ve idarî esaslar üzerine hazırlattığı kanunlar ve kanunnameler ise elbette ülkesini cihan devleti yapan bir yenilik hareketinin sonucudur. Bu yüzden ona verilen Kanunî (kanun yapan, yasalar koyan) lakabı diğer sıfatlarından kendisine daha çok yakışır. Çünkü bu kanunlar, suçu işleyenin mevki ve makamına değil, yasalar önündeki eşitlik ilkesine dayanıyor, adaleti esas alıyordu. İslam hukukunun sağlam umdeleri üzerine hazırlattığı bu kanunlardır ki onu dünya hukuk ve insan haklarının en büyük savunucularından yapmış, büstünün Washington Kongre Galerisi’ne konulmasına imkân sağlamıştır. Ona isnat edilen en yaygın yakıştırma, bilindiği gibi kadın etkisinde kaldığıdır. Bu söylenti, hakikati ifadeden uzak olup sonradan abartılmış birtakım garezkârâne sözlerin kalıntısıdır.
Nihayet o, şair adamdır. Şu mısralar da ona hükümdarlık şuuru veren ilkelerin kendi dilinden ifadesidir:
1. Şâh olup ey dil eger kılmayasın adl ile dâd
İki âlemde mukarrer olusarsın nâ-murâd
2. Mûr gibi pâyimâl etdirme gel miskinleri
Saltanat geçer Süleyman dahi olsan hemçü bâd
3. Gözi yaşın her fakîrin zulm ile bahr eyleme
Pâdişâh-ı dehr olmakdansa yeğdür yahşi ad
(…)
4. Ey Muhibbî etme dünyâ fikrini an âhirün
Kande gitdi Hüsrev ü Cemşid ü Dârâ Keykubâd
1. A gönül! Şah olduğun halde eğer doğruluk ve adalet ile hükmetmeyecek olursan iki dünyada da muradına eremeyeceğinden şüphen olmasın.
2. Madem ki sultansın, gel miskinleri karınca gibi ayak altında ezdirme. Süleyman bile olsan, saltanat denilen şey bir rüzgâr gibi gelip geçiverir.
3. Hiçbir fakire (güçsüzlüğünden dolayı) zulm ederek gözü yaşını denizlere döndürme. Çünkü dünyaya sultan olmaktansa dünyada iyi ad bırakmak daha güzeldir.
4. Ey Muhibbi!.. Dünyayı aklından sil ve ahiretine bak. Hüsrev, Cemşid, Dara ve Keykubat sonunda nereye gittiler bir düşün!..

Kaynak:İskender Pala 
i.pala@zaman.com.tr

Bir Cevap Yazın